ADHD(Dikkat Eksikliği): Hastalık mı, imtihan mı?
Bazen birilerine bir şey anlatıyorsunuz, dinliyor, hatta başıyla onaylıyor.
Sonra dönüp bakıyorsunuz: “Az önce ne söyledim?”
Boşluk.
Psikoloji bu duruma bir ölçüde ADHD diyor. Ama bu duruma sadece bir tıbbi tanı olarak bakamıyoruz.
Evet, tıp ilmine göre ADHD, insanın yaratılışındaki ince bir kırılma çizgisi gibi düşünülebilir. Ne tamamen karanlık, ne tamamen ışık. Bir tarafı kolaylık, bir tarafı zorlanma. Ve en çok da: bir imtihan.
Baştan söyleyelim. ADHD’yi ne romantikleştirme taraftarıyız, ne de “kusur” damgası vurma.
Hayatın içinden bakan biri olarak şunu görüyorum:
Bazı zihinler “düz yolda yürümüyor”, kıvrıla kıvrıla gidiyor.
Toplum, çoğu zaman hep düz yolda yürüyenleri normal ilan ediyor.
Oysa Kur’an bize çok erken bir cümle söylüyor:
"De ki: Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır. Kimin daha isabetli olduğunu ise asıl Rabbiniz bilir." (İsrâ 84)
Bunu okuduğumuz zaman, zihinde bir şey yerine oturuyor. Demek ki Allah katında “tek tip insan kalıbı” diye bir şey yok.
Herkesin yürüyüşü, ritmi, taşıdığı yük ve o yükle baş etme biçimi farklı.
İşte ADHD tam da bu noktada devreye giriyor. Bir insanın ritmi biraz daha marjinal bir yere düşmüş oluyor.
Düşüncesi hızlı, dikkati kırılgan, duygusu yüksek, enerjisi dengesiz…
Peki bu ne demek?
“Ben böyleyim, yapacak bir şey yok” mu?
Hayır. Orası ne bilimin, ne de Kur’an’ın söylediği yer.
Şunu çok net söylemek gerekiyor: ADHD bir “tembellik etiketi” değil. Bir irade zaafı da değil. Birçok ADHD’li insan, koltuğa yapışık gibi durduğu günlerde bile içinde inanılmaz bir suçluluk taşıyor. “İstiyorum ama yapamıyorum. Başlamak istiyorum ama bir türlü o ilk taşı yerinden oynatamıyorum.”
Dışarıdaki göz şöyle bakıyor: “İstesin, yapsın. Bu kadar zor değil.” İçerideki beyin ise bambaşka bir matematikle çalışıyor. Burada modern bilim devreye giriyor ve diyor ki:
“Bu insanlar istemedikleri için değil, yürütücü işlevleri farklı olduğu için zorlanıyorlar.”
Ve bizlerin hatırına ise şu hakikat geliyor:
“Allah kimseye gücünün üstünde yük yüklemez.”
Evet, bazı zihinlerin yükü farklı. Ama bu, yükü tamamen bırakma hakkı da vermiyor.
İslam tam ortada bir yer açıyor: Sınırını bil, kendini öldürme. Ama gücün kadar çabayı da bırakma.
Peygamber Efendimiz’in (sav) insanların mizacına göre tavsiye vermesi çok önemli bir stratejidir. Birine geliyorlar, öfkesinden şikâyet ediyor. “O zaman öfkelendiğinde sus, abdest al.” diyor. Başkasına geliyorlar, çok ibadet etmek istiyor. Bazısına geniş alan açıyor, bazısına “az yap ama düzenli yap” diyor. Kimine sadaka diyor, kimine zikir, kimine tefekkür, kimine hizmet…
Bu ne demek? Tek bir “ideal insan prototipi” yok demek. Her mizaca göre farklı bir yol haritası var.
Bugün ADHD için konuştuğumuz “kişiye uygun yöntem bulma” fikri, aslında asırlar önce yaşayan bir hakikatin modern dile tercümesi gibi düşünülmesi gerekiyor.
ADHD’nin bir yüzü: Dağınıklık, unutkanlık, erteleme, anlık patlamalar… Ama diğer yüzünü çoğu insan görmüyor: Bazı ADHD’li zihinler, bir fikir geldiğinde öyle derin bir tünelden geçiyor ki, başkasının üç günde kuracağı bağlantıyı bir saatte kurabiliyor.
Bir ayrıntıyı, kimsenin fark etmediği kadar net görebiliyor. Bir haksızlığı öyle yakıcı hissediyor ki, içinde adalet duygusu tutuşuyor. Bazen de bir işe öyle kilitleniyor ki, yemeyi, içmeyi, zamanı unutuyor.
Bilim buna “hyperfocus” diyor. Başkaları ise “takdir edilmiş bir dikkat ziyafeti, kontrol edilmemiş hâliyle de bir bela” diyor.
İşte mesele burada düğümleniyor: Her nimet, terbiyesiz kalırsa imtihana dönüşüyor. Her imtihan da doğru kullanılırsa nimete.
ADHD tam da bu ince çizginin üzerinde duruyor.
Şimdi biraz daha somut konuşalım.
Bilim bize diyor ki: Bu zihinler için şunlar işe yarar:
– işleri küçük parçalara bölmek,
– zamanı bloklar hâlinde planlamak,
– dikkat dağıtıcıları azaltmak,
– çevreyi düzenlemek,
– hatırlatıcı sistemler kurmak,
– bazı durumlarda ilaç ve terapi desteği almak.
Ben bunların çoğunu makul buluyorum. Hatta eğitimlerde ve mentorluk sürecinde pratikte de işe yaradığını görüyorum. Ama işin sadece bu kısmında kalınca, insan bir yerde duvara çarpıyor. Çünkü insan sadece sinir sisteminden ibaret değil. Siz de biliyorsunuz, bültenlerde meselelere hep şu pencereden bakmaya çalışıyoruz.
İnsan = sinir sistemi + ruh + kalp + nefis + niyet + irade.
ADHD, sinir sistemi tarafını açıklıyor.
Peki ruh tarafı, kalp tarafı, niyet tarafı, nefis tarafı?
Onları nereye koyacağız?
Diğer yandan, ADHD’li zihinlerde duygular genelde “yüksek volümde” gelir. Normalde üç birim üzülecek bir olay, on birim hissettirebilir. Basit bir eleştiri, içten içe “reddedildim” gibi yankılanabilir. Küçük bir gecikme, içte büyük bir başarısızlık hissine dönüşebilir.
Bu noktada sadece bilişsel tekniklerin yetmediğini görmek gerekiyor. Kalbi sakinleştiren, nefsi dizginleyen şeylere ihtiyaç var. Misal zikir, bu yüzden sadece “ibadet” değil; aynı zamanda duygusal regülasyon aracı olabiliyor.
Namaz, sadece görev değil; günün sinyal noktaları. Sabah duası, sadece bir ritüel değil; güne şuurla başlama ayarı. Gece muhasebesi, sadece sevap sayma değil; zihnin log kayıtlarını temizleme.
Bunlar olmadan, sistemler kuru bir verimlilik araçlarına dönüşüyor. İçteki boşluk dolmayınca, dıştaki düzen de bir yere kadar iş görüyor. Şunu da dürüstçe söylemek gerekiyor: ADHD’yi “çok özel, çok yaratıcı, harika bir armağan” gibi paketleyip satma gerçeğini görmekte fayda var.
Bu durum gerçekçi ele alınmaz ise;
’Aile içinde gerilim demek.
İş hayatında yanlış anlaşılmak demek.
İbadette istikrar bulmakta zorlanmak demek.
İlişkilerde “her şeyi çok hissedip, çok çabuk yorulmak” demek.’
Evet, potansiyel var.
Evet, yüksek sezgi var.
Evet, çok güçlü bağlantılar var.
Ama aynı zamanda:
Sabır, öz-disiplin, nefis terbiyesi alanında diğerlerinden biraz daha fazla efor gerektiren bir yol bu.
İslam tam da bu yüzden şöyle bir çerçeve sunuyor:
– Yaratılış farkını kabul et.
– Kendini suçlamak yerine, kendini tanı.
– Ama “profilim böyle” diyerek nefsine serbestiyet kazandırma.
– Sende zor olan alan, senin imtihan alanındır.
tabi şu soruda önemli:
“Siz, kendi zihninizle kavga mı ediyorsunuz, yoksa tanışmaya mı çalışıyorsunuz?”
Çünkü işin kırılma noktası burada.
Zihnimizle kavga ettiğimizde, sürekli “niye böyleyim?” diyoruz..
Tanışmaya çalıştığımızda soru değişiyor:
“Ben böyleyim, peki bu beyinle nasıl yaşayabilirim?”
Birinde isyan var, diğerinde merak.
Birinde suçlama var, diğerinde sorumluluk.
Kur’an’ın çizdiği tabloya baktığımızda, istenen hakikat realite:
İsyan etmeden, mazerete sığınmadan, gerçekçi bir farkındalıkla kendi yolumuzu bulmak.
Toparlayacak olursak, ADHD için şunu da açıkça söylemek gerekiyor:
Evet, ADHD diye gerçek bir tablo var. Bazı insanlar çocukluktan itibaren bu yüzden ağır bedeller ödüyor; okulda, işte, evde… Bunu yok saymak, “hepsi uydurma” deyip geçmek, sahadaki acıyı inkâr olur.
Ama öte yandan, bugün dünyada ADHD etrafında kurulan büyük bir “pazar” gerçeği de var. Tanı sınırları genişletiliyor, hafif dalgalanmalar bile hızlıca etiketlenebiliyor, çözüm çoğu zaman tek bir yere indirgeniyor: ilaç. Normal yaşantıdaki zorlanmalar “tamamen hastalık” hâline getirilip, “hap al ve devam et” anlatısı pazarlanıyor.
Sosyoloji literatüründe bu sürece “davranışların tıbbileştirilmesi” deniyor. Kabaca şöyle bir çizgi işliyor:
Önce davranışsal bir sorun, sonra psikiyatrik etiket, ardından genişleyen ilaç kullanımı ve bu çerçevenin içine çekilen öğretmenler, ebeveynler, çocuklar… Bazı eski DSM başkanlarının bile “tanı sınırları gevşetildi, pazar büyütüldü” diye itiraz etmesi boşuna değil.
Bu yüzden şunu demek mümkün:
ADHD’ye “satılık hastalık” demek de haksızlık, “saf ve tertemiz bilimsel gerçek” deyip her söyleneni sorgulamadan almak da saflık.
En sağlıklı duruş, ikisini birden görerek yürümek:
Evet, bazı zihinler daha kırılgan; bu gerçek.
Evet, bu kırılganlığın üzerine kurulan ticari oyunlar da var; bu da gerçek.
Evet, ilaç bazı insanlar için hayat kurtarıcı; ama asla tek çare değil.
Evet, yaşam tarzı, okul ve iş düzeni, ilişkiler, manevî yapı işin tam göbeğinde duruyor.
Son tahlilde mesele şu soruya dönüyor:
“Ben, kendi zihnimle kavga etmek yerine, onu tanıyıp terbiyesine talip olacak mıyım?”
Tanıyacaksınız ki, neyi bilime, neyi manevi terbiyeye, neyi sorumluluğa, neyi de “burada sınırım var” diyerek rahmete bırakacağınızı göresiniz.
ADHD’yi böyle okuyunca, mesele sadece bir tanı olmaktan çıkıyor; insanın Rabbi’yle, kendisiyle ve dünyayla kurduğu ilişkinin bir parçasına dönüşüyor. Ve o zaman, ne bilimi putlaştırıyorsunuz, ne bilimi çöpe atıyorsunuz.
Ne kendinize “kusur” damgası vuruyorsunuz, ne de “ben buyum, yapacak bir şey yok” rahatlığına kaçıyorsunuz.
Aradaki o ince çizgide yürümek kalıyor geriye: İsyan etmeden, mazerete sığınmadan, gerçekçi bir farkındalıkla kendi yolunu arayan bir kul olmak…
EKLER
“Bu yazıyı okudum, kendimde (veya çocuğumda, eşimde) bu dünyadan izler görüyorum. Şimdi ne yapacağım?” sorusu ile bitirelim.
Bu yazı empati kurmak için iyi, tanı koymak için eksik. Eğer yıllardır:
odaklanma, erteleme, dağınıklık,
aşırı duygusal tepkiler,
iş ve ilişkilerde tekrar eden sorunlar
yaşıyorsanız, bunu bir yaşamsal sorun olarak görüp, çözüme odaklanmamız gerekiyor.
ADHD’de en ağır yüklerden biri, “büyük işleri tek parça görme” hâli. Bunu kırmak için, daha dindar/ağır kavramlara girmeden önce çok basit bir şey yapılabilir.
sabah 10–15 dakikalık “tek işlik blok”,
öğlen 10–15 dakikalık bir blok,
akşam 10–15 dakikalık bir blok.
Bu blokta sadece tek iş olacak: mail, fatura, okuma, dosya, ders… neyse.
Telefonu başka bir odaya koyabilir, masa üstünü sadeleştirebilir, süre için küçük bir zamanlayıcı kullanabilirsiniz.
Bu küçük bloklar, beyninize şu mesajı verir: “Ben saatlerce bir işe çakılmak zorunda değilim. Küçük başlayabilirim.”
Manevî ritimleri de “regülasyon aracı” gibi düşünün
Namaz, dua, zikir… Bunlar sadece “yapılması gereken görevler” değil, aynı zamanda ritim noktalarıdır.
Mesela:
Sabah namazından sonra 5 dakikalık “hedef” yazımı,
Öğle namazı sonrası 3–5 dakikalık nefes ve kısa zikir,
Yatsıdan sonra 10 dakikalık gün muhasebesi (neleri başardım, nerede savruldum).
Bu üç küçük durak, gününüzü bir “zihinsel ve duygusal çizelgeye” oturtur. ADHD’li bir zihin için “dağınık bir gün” yerine “işaretleyicili bir gün” daha yönetilebilirdir.
Kendinizle kavga etmek yerine, kendinizi “tasarlayın”
Kendinize sürekli “niye böylesin” diye yüklenmek, sistemi daha da kitler. Bunun yerine şu soruya geçmek daha yapıcı:
“Ben böyle çalışıyorum. Bu beyne göre günümü nasıl tasarlayabilirim?”
Bunun içine şunlar girebilir:
Zor işleri güne yaymak yerine, belirli “yüksek enerji saatlerine” koymak.
Sosyal medya ve bildirim kullanımını “belli saatlere kilitlemek.”
Not almayı bir lüks değil, bir zorunluluk gibi görmek (zira hafıza kırılgan).
Kısa yürüyüşler, hafif hareket, ara ara hava değişimi (beden hareketi = zihin tazelenmesi).
Bu noktada kendinize kızmak yerine, “kullanma kılavuzumu keşfediyorum” bakışı işinizi kolaylaştırır.
Aile ve yakın çevre ile açık ve sakin bir iletişim kurun
“Ben böyleyim, idare edin” demek de yanlış, her şeyi saklayıp suçlulukla yaşamak da.
Daha dengeli bir cümle mümkün:
“Ben odak ve duygu regülasyonu konusunda biraz daha zorlanıyorum. Üzerinde çalışıyorum. Bazen geri bildirimlerinizi duymakta zorlanabilirim ama bu önemsiz bulduğum için değil, sistemim böyle çalıştığı için. Bana işe yarar şu: …”
Yanınıza şunları ekleyebilirsiniz:
“Uzun konuşmalarda kaybolabiliyorum, önemli şeyleri yazılı da iletirseniz iyi olur.”
“Bana eleştiri getirirken önce olumlu tarafı söylemeniz benim savunmaya geçmemi engeller.”
“Bir anda sinirlenirsem, biraz zaman isteyebilirim; sonra konuşmak istiyorum aslında.”
Bu, hem ilişkideki gerginliği azaltır hem de sizi sürekli “yanlış anlaşılan kişi” rolünden çıkarır.
Manevî araçları “yük” değil, “denge fırsatı” olarak görün
ADHD’li biri için:
Kur’an okumak,
uzun süreli zikir,
uzun ders halkaları
başta zorlayıcı olabilir.
Bu nedenle, ilk adımlar her zaman küçük ve “tutulabilir” olmalı. Örneğin:
Günde 1 sayfa Kur’an + 1 kısa tefsir notu,
Her namaz sonrası 33’er kısa tesbih + 1–2 cümlelik içten dua,
Haftada 1 gün, 20–30 dakikalık sesli ders/dinleme.
Ama burada asıl niyet şu olmalı:
“Ben bu zihin ve kalp yapısıyla Rabbime nasıl yaklaşabilirim?”
Yani şekilcilik değil, ilişki odaklı bir manevî pratik.
&
Son olarak şunu eklemek isterim:
Muhakkak her insanın ona hayrhahlık yapacak bir arkadaşı olması gerek. O arkadaş her şart altında arkadaşını uyaracak, düştüğünde kaldıracak ve onu hayra, faydalı olana çağırıp, yanlış işlerden vazgeçirecek… Aksi halde tek başına bu yol yürünmüyor ve birçok basit mesele yüzünden çukurlarda koskoca bir ömür heder oluyor.