Kayıp Hakikatler Çağı
Bir zamanlar hakikat uğruna mağaralara sığınılıyordu.
Bir zamanlar doğrular, darağaçlarında söyleniyordu.
Söz, konuşan kişiden daha ağırdı.
Çünkü söz, kalpten gelirdi. Ve insan, hakikatin peşinden giderdi; kimin söylediğine değil, ne söylediğine bakarak…
Bugün ise herkesin sözü var ama hiçbir sözün kökü yok.
Bir nevi, Kayıp Hakikatler Çağı.
Bu çağın problemi bilgisizlik değil. Tam aksine, bilgi bolluğu içinde anlam yoksulluğudur.
İnsanlar artık hakikati aramıyor. Zaten bildiklerini düşünüyor.
Sorgulamıyorlar. Sadece onay bekliyorlar.
Herkesin bilgisi var, ama kalbinde boşluk var.
Çünkü bilgiyle birlikte hikmet kayboldu. Ve daha acısı: Artık hiç kimse hakikati sormuyor, çünkü herkesin “kişisel doğrusu” var.
Aslında bu bir anda olmadı. İçte ve dışta;
Bir hoca, konumu, çıkarı, konforu veya makamı için sustu.
Bir grup, itibar için hakikati törpüledi.
Bir toplum, kolay olanı seçti.
Ve böylece hakikat, öldürülmedi — boğuldu.
Ne yazık ki; Bugün doğrular izlenme oranına göre seçiliyor.
Etkileşim varsa “doğrudur.”
Yumuşak anlatıyorsa “güzel.”
Sertse “radikal.”
Sessizse “yetersiz.”
Oysa hakikatin sesi ölçülmez, tanınır.
Kürsüde takva değil, PR var.
Sosyal medya çok şey söylüyor ama hakikat derinliğe gömülüyor.
Nitekim Söz Sultanı şöyle diyor:
“Allah Teâlâ, ilmi kullardan soymak suretiyle çekip almaz. Ancak ilmi, âlimleri almak suretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir âlim bırakmayınca da insanlar birtakım cahil başlar edinirler ve onlara sorular sorarlar, onlar da ilimsiz fetva verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.” (Buhârî, İlim 34)
Hadiste geçen, ‘‘…cahil başlar edinirler’’ kısmı genelde ilmi yarım yamalak üzere olanlar üzerinden değerlendirilir. Misal, toplum bir fıkıh alimi veya akademisyenin verdiği fetvaya veya bilimsel açıklamayı çok sorgulanmazlar.
Neden?
Çünkü onlar işin ehlidir, tanıyorsundur ve asla seni yoldan çıkarak diye düşünmez ve sürekli olarak hüsnü zan ile hareket etmektesindir.
Peki durum vahim bir noktada ise…
Bir zamanlar, ilim taşıyanların yüreği ateşle yanardı. Her sözü, bir ömürlük sorumluluk taşırdı. Her fetva, secdede doğar; her hüküm, Kur’an’ın nurunda tartılırdı. Bugünse ilim hafifledi ve ne yazık ki, takva unutuldu, bilgi gösteriye dönüştü. Artık âlimler değil, alimlerdeki çıkarlar konuşuyor. Sohbet halkalarının yerini yorum kutuları aldı. Kur’an’ın yanında mikrofon var; hadis kitaplarının üstünde “sponsorlu içerik” etiketi… Birileri Allah adına konuşuyor. Ama…
“İlim ortadan kaldırılmadan önce ilim öğrenin. Çünkü her biriniz, yanındakine ne zaman muhtaç olacağını bilmez.” (Darimi, Deylemi)
Ne yazık ki, günümüzde ilim kişisel zanlar ve dünyalık çıkarlar için uydurulan fetvalara döndü. (Her okuyucuya tavsiyem… Hiç değilse 2-3 fıkıh kitabı okumalı. Yoksa hüsnü zan ettiklerimiz eliyle uçuruma sürükleniyor olabildiğimizi asla fark edemeyeceğiz. Bu uçurum hem dünyalık hem ahiret için geçerli. )
Ne acıdır ki, çevresel saygınlığı için ahireti unutanlar, etkileşim için Kur’an’ı eğip bükenler, şöhret için Sünnet'i kullanmaya kalkanların eli artık daha güçlü.
Bir fetva; bir video, bir seminer; hatta bazen bir promosyon ürünü gibi sunuluyor artık.
Oysa fetva, Allah adına hüküm vermektir. Bu cesaret değil, sorumluluktur. İlmi eğip bükmek, yalnız kendini değil başkalarını da saptırmaktır. Bu tehlikeyi asırlar öncesinden Peygamber Efendimiz haber vermişti:
“Ahir zamanda cahiller başa geçer; insanlara fetva verirler, hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.” (Tirmizî, İlim 5)
Önde görünen ilim insanların dünyalıklarının olmaları ve bu dünyalıkları için uydurdukları yeni din anlayışı, iyi noktada olan insanlarıda ifsada sürüklüyor.
Malum, ilim, ezber değil; kalbi dirilten bir nurdur. Gazâlî’nin ifadesiyle, insanın ahireti hatırlamadan öğrendiği her bilgi fitneye dönüşür.
Gerçek âlim bir noktada hatasınıda itiraf edendir. Ve bilmediğini itiraf edebilendir. Her fetvasının ahirette hesabını vereceğini bilendir. Susabilmek de bir ilimdir; çünkü bazen hakikat, sessizlikle korunur.
"Ahir zamanda bir kavim ortaya çıkar. Cahiller başa geçerek insanlara fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar." (Buhari, İlim, 34; Müslim, İlim, 13Tirmizi, İlim, 5)’’
Bugün ilim görüntüsünde nice cehaletler arz-ı endam ediyor. İnsanlar, kendi isteklerine uyan fetvayı arıyor. Fetvayı değil, kolay olanı satın alıyor. İlmi değil, sesi yüksek çıkanı dinliyor. Peki biz gerçekten kimin izindeyiz? Kimi dinliyoruz? Kimin adına konuşuyor, kimin adına yaşıyoruz?
Bazen şöyle sahneler dahi oluyor:
Şu meseleyi X hocaya soracağım.
Ona sorma. W hocaya sor.
Neden?
X’den alamazsın ama W’den o fetvayı alabilirsin.
"Dinin felaketine yol açan üç sebeb vardır: Günahkâr fıkıh alimi, zalim devlet başkanı ve cahil müctehiddir." (Feyzü’l-kadir, 1/52)
Günahkâr fıkıh alimi kimdir;
Fıkıh ilmini öğrenmiştir,
Kitaplara hâkimdir,
Fetva verir
ama kişisel hayatında takvadan uzaktır.
Açıklamasıyla, kitap yazısıyla, söylemiyle doğruyu gösterir ama yaşamı bir çelişkiler yumağıdır. Diliyle din, eliyle dünyayı çağırır. İlimle kibirlenir, fetvayla yükselir, ahlakla zayıflar.
Peki günümüzde karşılığı nedir?
Kamuoyunda “dindar entelektüel” olarak tanınan ama dünyalık yaşantısıyla, gösterişli hayat tarzıyla İslam’ın sadelik ve tevazu mesajını örten figürler sergiler…
Sosyal medyada fetva anlatırken “lüks evinden” anlatılar yapar…
Ben içtihad ediyorum” diyerek her gün yeni yorumlarla karşınıza çıkar.
Öncekilerin fikrini aktarır, niyetini saklar ama yanlışın önün kesmez, uçuruma sürükler.
Gençlerde ikiyüzlülük algısı oluşur. “Dindarlar da aynı” denir.
Din, ahlaki otoritesini kaybeder.
İlim, bir itibar kozuna indirgenir.
Kur’an’ı ve hadisi salt literal (lafzî) yorumlarla açıklayıp bağlamı görmezden gelen bir dizi strateji izler.
Zarar nedir?
Din bir yorum pazarı hâline gelir.
Herkes kendine göre fetva üretmeye başlar.
İslami ilimlerin iç disiplini dağılır, kaos doğar.
Ve kardeşler içerisinde verdiği fetvalarla fitneye sebep olur.
Evet, oysa ki, İslam tarihine baktığımızda ise, gerçek âlimlerin ne pahasına olursa olsun hakikatten taviz vermediğini görürüz.
İmam Gazâlî, itibarını ve makamını terk ederek nefsiyle yüzleşti. Yıllarca sustu. Sonra ilme, yalnızca Allah için geri döndü.
İmam Şâfiî, her fetvasında Kur’an ve Sünnet’e sadık kalmaya yeminliydi.
Birçok kalp ehli, “Benim görüşüm bir görüştür; hakikate aykırıysa bırakın” diyebilecek kadar mütevazıydı.
İmam Malik ise, “bilmiyorum” demeyi ilmin şerefi saydı. Her soruya cevap vermedi. Çünkü o, her cevabın bir hesabı olduğunu bilirdi.
En çarpıcı örneklerden biri ise Ebu Hanife’dir.
Abbâsî halifesi ona kadılık teklif etti. Reddetti. Zindana atıldı. Günlerce kırbaçlandı. Ama yine de geri adım atmadı. “Ben sizin zulmünüze Allah adına fetva veremem” diyerek, ilmin haysiyetini korudu. Bugün ise bazıları kredi ile aldıkları ev ve arabanın… veya bir makam, bir televizyon ekranı ya da birkaç davet uğruna Kur’an’ı eğiyor, Sünnet’i büküyor.
Danışmanlık ve eğitim süreçlerinde tanık olduğum bir başka acı gerçek daha var: Bazı insanlar dinî bilgiyi, dünyevî hedefleri için araçsallaştırıyor. Dindarlığı bir kimlik, bir imaj, hatta bir kariyer yatırımına dönüştürüyorlar. Fetvayı, iç huzuru sağlamak için değil; rahat bir vicdanla hayatın konforuna devam etmek için arıyorlar. Bu durum, sadece bireysel bir yozlaşma değil; aynı zamanda ümmetin ortak bir kaybıdır.
Düşünün; Allah yolunda infak yapıyor ve bunu yaparkende, bu şekilde faiz cezasından kurtulacağını düşünüyor.
Soruyorsun delilin nedir?
Cevap yok.
Bugün medya hocalığı psikolojik bir fenomene dönüşmüş durumda. Bilgi, artık izlenme oranıyla ölçülüyor. Âlim değil, influencer yetiştiriliyor. Tatmin, beğeni ve etkileşimle sağlanıyor. Gerçekler yumuşatılıyor. Hakikat değil, halkın duymak istediği şey söyleniyor. Bu yüzden fetvalar bile hedef kitlenin beklentilerine göre şekillendiriliyor. Dinî metinler, ticari ürün gibi pazarlanıyor.
Böylesi bir ortamda, ilmiyle geçinen değil; ilmiyle yaşayan insanlara ihtiyaç var. Zira Peygamber Efendimiz, “Kıyamet gününde insanların en şiddetli azab çekeni, Allah'ın ilmiyle kendisine menfaat vermediği âlimdir” buyurmuştur.
Bu yüzden kendimize sormamız gereken bazı sorular var:
İlmi neden öğreniyoruz?
Allah adına mı konuşuyoruz?
Kimin fetvasına güveniyoruz?
Hakikatin peşinden mi gidiyoruz, yoksa propagandanın mı?
Bugün bir seçim yapmak zorundayız:
Bilgiyle kendimizi kandırmak mı, yoksa ilimle Allah’a yaklaşmak mı?
Medya ve ekranlarda konuşanları mı takip edeceğiz, yoksa secdede susanları mı?
Çünkü ilimle ya kurtulur ya da yakılırız.
Gerçek ilim: yaşatan, yüzleştiren ve özgürleştiren bilgidir. Onu sadece kitapta değil, ahlakta ve amelde buluruz.
Evet, şu hakikat uyarısı ile bitirelim:
‘‘Size mükemmel bir fıkıh alimini haber vereyim mi? Allah'ın rahmetinden insanların ümidini kesmeyen ve merhametinden onları ümitsizliğe götürmeyen, Allah'ın tuzağından onları emin kılmayan ve dünyaya rağbet için Kur'ân'ı bırakmayan kimsedir. Haberiniz olsun anlaşılmayan bir ibadette, üzerinde düşünülmeyen ilimde hayır yoktur." (Kenzu’l-ummal, 10/28943; Darimi, Mukaddime, 29)
Unutmamak lazım.
İman - hayat- şeriat evrelerinin geçişinde en büyük imtihan unsuru, şeriat üzere itikadi sapmalarla artacak ve dünyevileşme üzerine uydurulan ilmi sapmaların neticesinde, bu evrede küçük bir temiz grup kalacak.
Üçüncü döneme doğru ilerlerken, ilmin ışığında, ama takvanın gölgesinde yürüyenlere selam olsun. Allah bizler o küçük hak üzere olan azlarda eylesin ve sayımızı artırsın.
İnsanlar Üç Kısımdır
Fahruddin Râzî, kitab ve mizan ile demirin ilişkisine dair önemli bazı tesbitler yapıyor.
Elmalılı, Hadid suresinin tefsirinde bu tesbitleri 7 madde olarak toparlamış.
Razi, insanın Kur’ân, mizan ve demirle ilişkisi dair şöyle diyor;
1- Yükümlülükler: Genel olarak iki alanda cereyan eder.
Birisi, layık olanı yapmak, diğeri ise layık olmayanı terketmektir.
Birincisi, bizzat kastedilendir.
Çünkü yapılması istenen bizzat terkedilseydi, o zaman hiç kimsenin yaratılmaması gerekirdi.
Çünkü terk ezelde mevcuttur.
Layık olan fiil de, ya nefisle ilgili olur ki o, ilim ve bilgidir.
Yahut bedene ait olur ki o da, âletler ve organlarla yapılan işlerdir.
İşte nefsi fiilerden layık olanı yapmak konusunda kendisine başvurulacak şey kitabdır. Çünkü hak bâtıldan, delil şüpheden onunla seçilir. Bedene ait fiillerden layık olanı yapma konusunda kendisine başvurulacak şey de mizandır.
Çünkü ameller içinde sorumluluğu en ağır olanlar, yaratıklarla olan muamelelerdir. Mizan da, adaletin zulümden, fazlanın eksikten kendisiyle seçildiği şeydir. Demirdeki güç ve şiddet de yaratıkları layık olmayan fiillerden zorla menetme aracıdır.
Kısacası kitab, teorik güçlere; mizan, pratik güçlere, demir de layık olmayan şeyin ortadan kaldırılmasına işarettir. Bu üç husustan en şereflisi, manevî işlere önem vermek, sonra maddi işleri gözetmek, sonra da layık olmayan şeylerden sakınmaktır ki, âyette de bu düzen gözetilmiştir.
2- Muameleler:
Ya yaratıcı ile ilgili olur ki, bunun yolu kitaptır. Yahut insanlarla ilgili olur ki, bu da ya dostlarla ya da düşmanlarla olur. Dostlarla muâmele eşitlik esasına dayanır. Bu da, mizân ile mümkün olur. Düşmanlarla muamele de kılıç ve demir iledir.
3- İnsanlar üç kısımdır.
Birincisi;
Sâbikûn (en ileride olanlar)dur. Onlar halka, kitabın gerektirdiği şekilde muamele ederler. İnsaflı davranırlar. Kendi haklarını alma konusunda ise cömert hareket eder, haklarının tamamını almaya kalkışmazlar. Ayrıca şüpheli hususlardan da sakınırlar.
İkincisi;
Orta yolu tutanlardır. Bunlar, hem başkasının hakkını gözetmede insaflı davranırlar, hem de kendi haklarına sahip çıkarlar. Bu grupta olanlar için de bir mizan, bir ölçü gerekir.
Üçüncüsü;
Haksızlık yapanlardır. Bunlar kendi haklarında insaflı davranılmasını isterler, fakat kendileri başkalarının hakları konusunda insaflı davranmazlar. Kendi canlarının yanmasını istemez, başkalarının ise canını yakarlar. Bunlara karşı da güce ve demire ihtiyaç vardır.
4- İnsan ya gerçek makamındadır;
Ki bu, nefs-i mutmainne (huzura ermiş kişilik ve ruh hali) ve mukarrebûn (Allah’a yakın olanların) makamıdır.
Bu makamda insan, ancak Allah’ta huzur bulur ve ancak Allah’ın kitabı ile amel eder. Nitekim, “Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla sükûnet bulur.” buyurulmuştur.
Yahut tarîkat makamındadır;
Ki bu da, nefs-i levvâme (kendini kınayan, eleştirebilen kişilik) ve ashab-ı yemin (sağın adamlarının) makamıdır. Bu makamda aşırılıktan ve ihmalci olmaktan sakınıp, doğru yolda gidebilmek için ahlâkı tanımakta da bir mizan, bir ölçü gereklidir.
Yahut şeriat makamındadır;
Ki bu da, nefs-i emmâre (kötülüğe sürükleyen kişilik) makamıdır. Bunda ise nefsi eğitmek için ağır bir riyazet (nefis mücadelesi) ve mücahede demiri gereklidir.
5- İnsan ya, Allah’ın sırlarının kendisine göründüğü gerçek ehlidir.
Böylelerinin dostu, ancak kitab ve Allah’ı zikirdir.
Yahut istek ve delile dayanma gücüne sahibidir. Onlar için de, bir delil ve hüccet mizanı gerekir. Yahut da inad ve kibir sahibidir. Bunların da demirle yeryüzünden kovulması gerekir.
6- Din ya usûl, ya da fürudur.
Başka bir ifade ile ya bilgi veya amel ve ahlaktır. Usûl kitabtan alınır. Fûrua gelince bundan kastedilen, insanların adaletli davranmaları ve düzgün iş yapmalarıdır. Bu ise, mizan ile olur. Çünkü mizan adaletin göstergesidir. Bu iki yolu terkedenlerin de eğitilmeleri için demir gereklidir.
7- Âyette yer alan kitap, Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da zikrettiği adalet ve insâfı gerektiren hükümlere işarettir. Mizân da, insanları o adalet ve insafı yerleştiren hükümlere doğru götürmenin sembolü ki bu, hükümetlerin işidir. Demir de, inad edenleri kuvvet ve kılıçla yola getirmenin gereğine delildir. Bundan anlaşılır ki, kitaba sahip olan âlimlerin dereceleri, kılıca sahip olan yöneticilerin derecelerinden yüksektir. Bunlardan başka ilişki yönleri bulunabilirse de, hatırlatma için bu zikredilenler yeterli sayılabilir.”
Elmalılı şu eklemeyi yapıyor;
İşte Allah Teâlâ, böyle kitab, mizan ve bir de insanlara hem güç veren hem de birçok yararı olan demiri indirdi ki, insanoğlu okumayı ve adalet ölçülerini bellesin, adalet ve doğruluğa tutunsun, belini doğrultsun, muamele ve hareketlerinde demirin gücünden sakınsın ve onun kullanılmasını da öğrenip gerek siyaset gerek sanayi ve ticaret alanında demirden yararlansın.
Beddua, Sabır ve Sonuç
Geniş zamanlarda çok fazla hatıra gelmeyen dua, zulüm dönemlerinde zayıf insanların tek sığınağı oluyor. Malum, zulüm sadece hapis ya da çeşitleri ile olmuyor.
Kul hakkına girmemeli, yalan söylememeli ve somut delil olmayan konular hakkında konuşmamalı… İbretlik iki hadise.
‘‘Kûfeliler (Kûfe vâlisi olan) Sa‘d ibni Ebî Vakkàs radıyallahu anhı halîfe Hz. Ömer’e şikâyet ettiler.
Hz. Ömer de onu görevden aldı, Kûfe’ye (Ammâr ibni Yâsir’i) vâli tâyin etti.
Râvi Câbir ibni Semüre hadisin tamamını rivâyet etti ve şöyle dedi:
Hz. Ömer, Sa‘d ibni Ebî Vakkàs ile birlikte Kûfe’ye bir veya birkaç kişiyi tahkîkat yapmak üzere gönderdi. Müfettişler bütün mescidleri dolaşarak Sa‘d ibni Ebî Vakkàs hakkında sorular sordular; herkes ondan memnun olduğunu söyledi. Nihâyet Benî Abs’in mescidine vardılar. Orada bu kabileden Ebû Sa’de Üsâme bin Katâde adlı biri ayağa kalktı ve şöyle dedi:
“Mâdem bize soruyorsunuz, ben de söyleyeyim:
Sa‘d savaşlara gitmez, ganimetleri eşit bir şekilde dağıtmaz ve âdil hüküm vermez.”
Bunun üzerine Sa‘d ibni Ebî Vakkàs da şunu söyledi:
“(Madem sen böyle dedin)
Ben de senin hakkında vallahi üç dilek dileyeceğim: ‘Allahım!
Eğer bu kulun yalan söylüyorsa, başkaları görsün ve işitsin diye konuşuyorsa;
Ömrünü uzat,
fakirliğini çoğalt,
Ve onu fitnelere uğrat!” dedi.
Daha sonraki yıllarda Hz. Sa‘d’ın bedduâ ettiği bu adam, kendisine neden bu hâlde olduğunu soranlara şöyle derdi:
“Ben kocamış, fitneye uğramış zavallı bir ihtiyarım. Sa‘d ibni Ebî Vakkàs’ın bedduâsına tutuldum.”
Bu hadiseyi Câbir ibni Semüre’den rivâyet eden tâbiîn muhaddisi Abdülmelik ibni Umeyr şöyle dedi:
Sa‘d ibni Ebî Vakkàs’ı şikâyet eden o adamı yıllar sonra gördüm; yaşlılıktan dolayı kaşları gözlerinin üzerine düşmüştü, kendisi de yoldan geçen kızlara sataşır, onları çimdiklerdi.’’
&&&
Tâbiîn neslinden Ervâ binti Evs (veya Üveys), kendi arazisinden bir parçayı gasbettiği iddiasıyla ashâb-ı kirâmdan Saîd ibni Zeyd radıyallahu anhı (Medine vâlisi) Mervân ibnü’l-Hakem’e şikâyet etti.
Bu şikâyet üzerine Saîd radıyallahu anh, “Ben bu konuda Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin söylediklerini dinledikten sonra, onun hakkını üzerime geçirir miyim hiç!” dedi.
Mervân, “Resûlullah sav’den ne duydun?” diye sordu.
O da: “Ben Resûlullah sav’in, ‘Kim haksız olarak bir karış yer alırsa, kıyâmet gününde o yerin yedi katı o kişinin boynun dolanır’ buyurduğunu işittim, dedi.
Bunun üzerine Mervân, Saîd ibni Zeyd’e hitâben, “Artık senden, bundan başka delil istemiyorum” dedi.
Dâva bu noktaya gelince Saîd,
“Allahım!
Eğer bu kadın yalancı ise sen onun gözünü kör et, kendisini de o arazisinde öldür!” diye bedduâ etti.
Ravi Urve bin Zübeyr şunu söyledi:
“O kadın ölmeden önce kör oldu ve bir gün o dâva konusu yerde gezinirken bir çukura düşüp öldü.”
Kaynak: El Ezkar
Suudlar ve Amerika
‘‘1970’lerin başı, uluslararası ekonomide önemli değişikliklerin yaşandığı bir dönem oldu. 1960’larda bir grup ülke, büyük petrol şirketlerine karşı OPEC petrol kartelini kurmuştu. “7 kız kardeş” olarak bilinen büyük petrol şirketlerinin kasıtlı olarak ham petrol fiyatlarını düşük tuttuklarının, böylece üretici ülkelere düşük bedel öderken kendilerinin yüksek karlar elde ettiklerinin farkındaydılar.
Üretici ülkelerin birlikteliği 1973’te petrol ambargosuyla sonuçlandı. Amerika’daki benzin istasyonlarında büyük kuyruklar oluştu. Büyük Buhran’a yakın ekonomik kargaşa yaşandı. Tüm dünyada büyüme yavaşladı, işsizlik arttı, sabit kur sistemi çöktü.
18 Mart 1974’te ambargo sona erdiğinde ham petrol fiyatlarının varili 1.39 $ dan 8.32 $ a çıkmıştı.
Siyasiler aldıkları dersi hiç unutmayacaklardı. Bu birkaç ayın yarattığı travma şirketokrasiyi güçlendirip büyük şirketler, uluslar arası bankalar ve hükümet’ten oluşan sacayağını yıkılmaz hale getirdi. Tutum ve politikalar değişti. Wall Street ve Washington böyle bir ambargoya bir daha fırsat vermemeye yemin etti. Petrol kaynaklarımızı korumak hep önceliğimiz olmuştu ama 1973’ ten sonra bu saplantı haline geldi.
Ambargo, dünya siyasetinde Suudi Arabistan’ın konumunu yükseltip bizim ekonomimiz için stratejik önemini fark etmemize yol açtı. Dahası, Amerikan şirketokrasi liderlerini “Petrodolarları tekrar Amerika’ya nasıl döndürebiliriz?” arayışına itti.
Ambargo biter bitmez Washington Suudi Arabistan’la görüşmelere başladı. Petrodolarlar ve bir daha ambargo olmaması karşılığında onlara teknik yardım, askeri techizat/eğitim ve modern tesisler önerdi. Müzakereler JECOR (Amerika- Suudi Arabistan Ortak Ekonomik Komisyonu) adlı sıradışı bir organizasyonun kurulmasıyla sonuçlandı.
JECOR, geleneksel dış yardım programlarının tam tersini yapacaktı: Suudi Arabistan’ın Suudi parası ile inşası için Amerikan firmalarını görevlendirmek. Amerika’nın gelişmekte olan bir ülkeyle yaptığı, karşılıklı bağımlılığa dayalı en kapsamlı anlaşmaydı.
MAIN’in elemanı olarak görevim, muazzam paraların nerelere harcanabileceğini gösteren senaryolar yazmaktı. Kısacası, Amerikan mühendislik ve inşaat firmalarının milyarlarca dolar kazanabilmesi için yaratıcılığımı kullanacaktım. Bir taraftan Suudi ekonomisi bizimkine bağımlı hale gelirken bir taraftan da ülke Amerika’nın sadık dostu olacaktı.
Yaptığım planlara göre çölde dev rafineriler, petrokimya kompleksleri, teknoparklar, elektrik santralleri yükselecek, ülke boydan boya elektrik hatları, otoyollar, boru hatları, iletişim ağları, ulaşım sistemleri, bunları çalıştırmak için gelecek yabancı işçiler için konutlar, alışveriş merkezleri, hastaneler, deniz suyu arıtma tesisleri ile donatılacaktı. Hepsi son teknolojiye dayalı olduğu için yıllar boyu bakım ve teknik servis gerekecekti.
Böylece MAIN, Bechtel, Brown&Root , Halliburton, Stone&Webster ve diğer Amerika firmaları yıllarca para kazanmaya devam edecekti. Suudi Arabistan’ın düşmanlarından korunmak için savunma sanayimiz de en pahalı araç gereci satarak ve bakımını yaparak nemalanacaktı. Suudi Arabistan bundan böyle hiçbir şekilde ambargo konmasına mahal vermeyecek, Amerika da bunun karşılığında her ahval ve şerait altında Suudi Arabistan’a ve yöneticilerine siyasi ve askeri destek sağlayacaktı. Tuhaf olan şuydu ki tutucu Vahabi ilkelerine dayanan bir krallığın bütün geleceğini bir grup yabancı (onların gözünde kafir) belirleyecekti.
Ayrıca umudumuz, İran ve Irak gibi petrol zengini ülkelerin de Suudi Arabistan’ı örnek alıp aynı girişimleri yapmasıydı. Bence yaptığımızın bin yıl önceki Haçlı Seferlerinden pek bir farkı yoktu. Avrupalı Katolikler, amaçlarının Müslümanları cehenneme gitmekten kurtarmak olduğunu iddia ediyorlardı; bizse Suuidleri çağdaşlaştırmak olduğunu. Gerçekte ise hem Haçlıların, hem şirketokrasinin amacı imparatorluklarını genişletmekti. Teklifimizi Henry Kissinger başkanlığında bir heyet Suudilere götürdü. Tüm paket krallıkça onaylandı. MAIN’e de ilk ve en karlı ihalelerden biri verildi. Bunu diğer ihaleler izledi ve tarımdan enerjiye, eğitimden iletişime Suudi ekonomisinin her sektöründe modernizasyona gidildi.
Bu anlaşma uluslararası hukukun da seyrini değiştirdi. Uganda’nın, yüz binlerce kişinin kanına giren zalim diktatörü İdi Amin sürgüne gönderildiğinde Suudi Arabistan ona kucak açtı. 80 yaşında ölünceye kadar lüks ve debdebe içinde yaşadı. Amerika bu işe bozulsa bile anlaşmaya halel getirmemek için sesini çıkarmadı. Daha da kötüsü, Suudi Arabistan’ın uluslararası teröre parasal destek vermesine göz yumdu. Hatta Usame Bin Ladin’in Afganistan’da Ruslara karşı verdiği savaşı teşvik etti. 1980’lerde Riyad ve Washington Mücahitlere toplam 3.5 milyar dolar aktardılar. US News & World Report, 2003 sonlarında “The Saudi Connection” adlı araştırmada şunları yazıyordu.
“Kanıtlar tartışmasızdı, Amerikanın kadim dostu ve dünyanın en büyük petrol üreticisi Suudi Arabistan, terörist finansmanının da merkezi olmuştu. 1980’lerde yaşanan İran devrimi ve Afgan Savaşı şoklarından sonra Suudi Arabistan’ın yarı resmi yardım kuruluşları, hızla büyüyen cihad hareketinin anapara kaynağı oldu. Para, 20 kadar ülkede paramiliter eğitim kampları işletmede, silah satın almada ve yeni üye toplamakta kullanıldı. Suudilerin hesapsız paraları bazı Amerikan yetkililerin olayı görmezden gelmesini sağladı. Suudilerle iş yapan eski büyükelçilere, CIA istasyon şeflerine, hatta kabine mensuplarına ihale, hibe, ücret şeklinde milyarlarca dolar ödendi. Kraliyet ailesi yalnız El Kaide’yi değil, diğer terörist grupları da destekliyordu.” Ekim 2003 tarihli Vanity Fair dergisi de “Suudileri Kurtarmak” adlı raporunda Bush ailesi, Suud hanedanı ve Bin Ladin ailesi arasındaki 20 yılı aşkındır süregelen yakın ilişkiyi gözler önüne seriyordu. George H.W. Bush 71-73 arası Birleşmiş Milletlerde büyük elçilik, 1976-77 de CIA başkanlığı yapmıştı. Yani tam da Suudi Arabistan ile ilişkilerin alevlendiği dönemde. 11 Eylül’ün hemen akabinde Bin Ladin ailesi de dahil, varlıklı Suudiler özel uçaklara bindirilip Amerika’dan gönderildiler. Uçuşlara neden izin verildi, yolcular neden hiç sorgulanmadı bilinmez. Acaba Bush ailesinin ilişkilerinden mi?’’ (John Perkins)
Çocuklar: İlim ve Anne Baba
‘‘Şu üç soru sıkça sorulur:
Çocuğumu ahlaken nasıl eğitmeliyim:'
Çocuğumu dinen nasıl eğitmeliyim?
Çocuğumun teorik eğitim sürecini nasıl yönetmeliyim?
Üç soruya da benim standart cevabım her zaman bir tanedir: Kendini eğit.
Sebebi şu ki; ben eğitimde müşahedeyi esas alırım.
Eğitim çocuğa okutulmaya çalışılan sayfalar, söylenen sözler değil çocuğun müşahede ettiği şeydir.
Ahlaken bakalım...
Bir gariban gördüğünde duran ve yardım eden, yeri geldiğinde maddi menfaati dahi ahlaki bulmadığı için reddetmiş bir baba profilini 5 yaşından 18 yaşına kadar izlemiş bir çocukla bunun tam zıddını izlemiş bir çocuk aynı olabilir mi? Bu çocukların böylesi durumlar karşısında hissettikleri haya duygusu dahi farklı olur. Zira bunun zıddını izleyen çocuk ister istemez bu davranışa alışır. Kötü ahlakı gösteren adam ağzıyla vaaz verse dahi bu söylemleri çocuğun nefretini celp eder. Aslında o kötü ahlakını çocuğuna karşı da çoğu zaman uygulayacaktır. Sonra bir de üstüne vaaz ettiğinde daha da nefret uyandıracaktır.
Basitçe küfür konusunu düşünün . Çocuğunuzun küfür etmemesini istiyorsanız, yapmanız gereken şey küfür etmemektir. Çocuk küfür et· meyi sizden öğrenir. Muhtemelen siz de babanızdan öğrenirsiniz. Bu rada değiştirilemez bir durumdan söz etmiyoruz, çok uğraşırsanız ba banız küfür etmesine rağmen siz etmeyebilirsiniz ancak eğitim avantaj kazandırmak için yapılır. Babanız bu konuda size iyi bir eğitim vermemiş ve siz kendinizi çokça zorlamak zorunda kalmış olursunuz. Her meselede çocuğunuzu sarp yokuşu tırmanmak zorunda bıraktığınızda aslında bu kötü bir eğitim aldığı anlamına gelir.
Dinen bakalım. Namaz vakitleri konusunda aşırı hassas, namazla rında ve Efendimiz anıldığında gözleri yaşaran, samimiyetle dua eden bir anne ile bu özellikleri haiz olmayan fakat dinden laf açıldığı zaman konuşmak için fırsat kollayan bir anne aynı mıdır? Değildir. Bunların verdikleri eğitim aynı olmaz.
İlki gibi bir anneye sahip olan bir çocuğun ben İslam düşmanı olabildiğine hiç denk gelmedim. Gerçekten dindar bir anneye sahip olan ve annesini çok seven bir çocuğun kafasının karıştığına ve ateist olduğuna çok denk geldim. Ama bu çocukla rın Allah'a küfür etmek, Muhammed aleyhisselam ile dalga geçmeye çalışmak gibi hareketlere tevessül ettiğine hiç rastlamadım. İnsanların anne-babalarına olan sevgileri, onların değerlerine saygı duymasını sağlar. Bundan daha iyi eğitim mi olur? Oysa şedit İslam ve Müslüman düşmanları içerisinde anne babasına olan nefretini onların dinine ku sarak gösteren çoktur.
Entelektüel/teorik açıdan bakalım.
Büyük kitaplığın olduğu bir evde büyüyen, kitap okumayı keyifli bir iş olarak addetmeyi belki 1 yaşında gören, ev içi kullanılan kelime zenginliği normal bir ailenin on katı olan birisi ile bunun zıddı bir olabilir mi?
İlki bu ev içerisinde hiçbir şey okumasa dahi en azından tanıştığı kelime sayısı dahi onun entelektüel donanımını etkileyecektir. Zira kitap okunan bir evde gündelik dilden daha zengin bir kelime dağarcığı kullanılır ve çocuk bunu istemese de öğrenir.
Bu onun akranlarına nazaran öne geçmesi anlamına gelir. Kendisini geliştirmeyen ebeveyn doğru yönlendirme yapmak istese dahi buna ufku yetmeyecektir. Zaten çocuğuna kitap oku dese dahi kendisi okumuyordur. Çocuk kitap okumanın zevkli bir şey olduğunu evde hiç tatmamıştır. Zevkli olan televizyon izlemek, dizi takip etmek ya da kahveye gitmektir.
Böyle bir çocuk ile "Off harika, şu kitap basılmış!" diye eve sevinçle gelen bir babayla büyüyen çocuğun kazandığı kitap okuma sevgisi aynı olabilir mi? Birisi 6, diğeri 1 yaşındaki iki kızım da eve kitap kargosu geldiğinde sevinirler. Kargoyu açma ayinini onlar da istediği için hep beraber yaparız. Muhtemelen benim sevincimden dolayı kitap kargosu açma olayını zihinlerine sevinçli bir olay olarak kodladılar. Benim kitap okuduğum koltuğa benim gibi oturup ellerinde resimli kitapları ile durmaya çalışırlar. Bunu çok küçük yaşlarından beri yapıyorlar, ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Aynen benim gibi oturmaya çalışıyorlar. Ben henüz çocuklarımı kitap okuma konusunda teşvik etmiş değilim.
Hasılı kelam, çocuğunuza iyi bir ahlak vermek istiyorsanız ahlaklı olmak yönünde kendinizi eğitin, dindar olsunlar istiyorsanız dindar olun, entelektüel olsunlar istiyorsanız okuyun.
Başkalarını değiştirmeye çalışmak kolaydır. Kolay olduğu için her kesin nefsi buna meyleder. Oysa ailenizi ve çevrenizi düzeltecek olan sizin yapacağınız işlerdir.’’ (ACM - Öğrenmeyi Öğrenmek)
Şirketinizin İşe Alacağı Bir Sonraki Çalışan Neden Bir Ahlak Filozofu Olmalıdır?
Bugün iş dünyasında sadece ürün üretmek, hizmet sunmak ya da kâr elde etmek yetmiyor. Artık toplumun vicdanı da şirketlerin kapısını çalıyor. Çalışanlardan müşterilere, yatırımcılardan sosyal medya kullanıcılarına kadar herkesin ortak bir beklentisi var: “Bu şirket neye inanıyor? Hangi değerlere sırtını yaslıyor?”
İşte tam da bu noktada akla sıra dışı bir fikir geliyor: Ya sıradaki işe alımınız bir ahlak filozofu olsa?
Garip mi geldi? Belki ilk başta evet. Ama bu yazıyı okuduğunuzda fikrin aslında ne kadar yerli yerinde olduğunu göreceksiniz. Shakespeare'in tiyatrosundan günümüz CEO'larına, Delta Havayolları örneğinden sosyal sorumluluk krizlerine kadar birçok çarpıcı olay eşliğinde şu soruyu soracağız:
Bir şirketin pusulası sadece kâr mı olmalı, yoksa vicdanı da pusulaya dahil etmeli miyiz?
Gelin birlikte düşünelim. Çünkü artık sadece “ne iş yaptığınız” değil, “nasıl biri olduğunuz” da çok önemli. Bu makalede değinilen noktalarında başında da bu izahlar geliyor.
Yazı, Shakespeare Kraliyet Akademisi’nin (RSC) BP ve Shell gibi petrol devleriyle sponsorluk ilişkilerini kesmesini temel alarak başlıyor. Shakespeare'in yaşadığı dönemde etik kaygılar yerine sürdürülebilirlik ve destek alma öne çıkarken, bugünün dünyasında artık "paranın kimden geldiği" çok daha fazla sorgulanıyor.
Yazar, bu noktada Shakespeare’in oyunlarındaki ahlaki sorgulamaların, çağımızda kurumsal dünyaya taşındığını hatırlatıyor. Artık bir şirketin iş yapma biçimi kadar, neye sessiz kaldığı, neyi desteklediği de gündemde.
Makale, bu durumu somutlaştırmak için Delta Havayolları örneğini veriyor. ABD'deki bir okul saldırısı sonrası şirket, silah lobisi NRA ile bağlarını koparttı. Karar ilkeli ve vicdanî görünse de, kısa süre sonra Georgia valisi Delta’nın 40 milyon dolarlık vergi indirimini iptal etti. Bu olay, “ahlaki duruş”un her zaman alkış toplamadığını, bazen ekonomik olarak acı bir fatura doğurabileceğini gösteriyor.
Yazarın dikkat çektiği en çarpıcı meselelerden biri de şu:
“Tarafsızlık” artık bir konfor alanı değil. Şirketler, toplumsal meselelerde –ister çocuk işçiliği, ister çevre, ister cinsiyet eşitliği olsun– bir pozisyon almak zorunda kalıyor. Çünkü hem çalışanlar hem müşteriler hem de sosyal medya takipçileri, şirketlerden sadece ürün değil, değer duruşu da bekliyor.
Makale cesur bir öneri de sunuyor: CEO, CFO, CMO gibi klasik pozisyonların yanına bir de CMP – Chief Moral Philosopher (Ahlak Felsefesi Yöneticisi) eklenmeli. Bu kişi, şirketin yalnızca itibarını değil, vicdanını da yöneten biri olmalı. Kriz anlarında verilecek tepkiler için şirketi hazırlamalı, karar alma süreçlerinde felsefi-etik rehberlik yapmalı. Yazar, kendi gazetecilik deneyimlerinden yola çıkarak, etik danışmanlık almanın önemine dikkat çekiyor.
Makale, Shakespeare’in meşhur sözüyle kapanıyor:
"Vicdan böyle ödlek yapıyor hepimizi." İş dünyasında ödleklik belki affedilmez, ama vicdanı önceden devreye sokmak bir zaaf değil; tam tersine, en güçlü önlem olabilir.
Motivasyon mu Daha Önemli, Disiplin mi?
Günümüzde pek çok insan daha verimli olmak, hedeflerine ulaşmak ve yaşamında istikrar sağlamak için çeşitli yöntemler arıyor. Bu süreçte sıkça karşılaştığımız iki kavram var: Motivasyon ve disiplin.
Yazar, bu iki kavramı sade bir dille ele alıyor ve başarıya ulaşmak için her ikisinin de önemini vurguluyor.
Makale şu şekilde özetlenebilir:
Motivasyon sizi başlatır, disiplin ise hedefinize ulaştırır.
Hayatta bir hedefe ulaşmak, yeni bir alışkanlık kazanmak ya da bir projeyi tamamlamak istendiğinde ilk akla gelen çoğu zaman motivasyon oluyor. İnsanlar bir şeyi başarmak için içsel bir istek, heyecan ya da dürtü arıyor. Ancak bu duygu genellikle geçici oluyor. Sabah ilhamla başlayan bir plan, akşam olduğunda yerini ertelemeye bırakabiliyor. Bunun nedeni, motivasyonun duygular gibi dalgalanması ve uzun vadede sürdürülebilir olmaması.
Diğer yanda ise disiplin var. Disiplin, bir şeyin her gün yapılması gerektiğinde – can istemese bile – yapılmasını sağlayan içsel mekanizma. Başlaması zor olabilir, hatta zaman zaman sıkıcı bile gelebilir. Ama asıl ilerlemeyi sağlayan şey bu düzenli tekrarlar oluyor. Özellikle motivasyonun olmadığı günlerde, disiplin sayesinde hareket devam edebiliyor.
Motivasyon ve disiplinin zıt kutuplar gibi değil, birbirini tamamlayan unsurlar olarak çalıştığı bir denge kurulabiliyor. Başlangıçta motivasyon devreye giriyor, fakat sürdürülebilirlik için disiplinin devralması gerekiyor. Bu dengeyi kurmak için alışkanlık sistemleri oldukça etkili. Küçük, tekrarlanabilir eylemlerle oluşturulan alışkanlıklar zamanla otomatik hale geliyor ve irade gücünü zorlamadan ilerlemeye imkân tanıyor.
Günümüzde dikkat dağıtıcı unsurların sayısı arttıkça bu dengeyi kurmak daha da zorlaşıyor. Özellikle dijital ekranlar, sosyal medya, haber akışları gibi uyarıcılar, motivasyonu kırmakla kalmıyor, disiplinin de önüne set çekiyor. Bu nedenle çevreyi kontrol altına almak, odaklanmayı kolaylaştıran araçlar kullanmak önemli hale geliyor. Dikkat dağıtıcıları engelleyen uygulamalar, bu konuda faydalı araçlardan biri olabilir.
Modern yaşamın bu üretkenlik eksenli yaklaşımını değerlendirirken, konuya bir de daha derin bir yerden, Kur’an ve Sünnet ekseninden bakmak önemli. Çünkü motivasyon ve disiplin yalnızca kişisel verimliliğin değil, aynı zamanda inanç, niyet ve sorumlulukla şekillenen bir hayat tarzının da temel taşları arasında.
Kur’an’da sabır sıklıkla övülen ve teşvik edilen bir davranış olarak öne çıkar. Sabır, sadece zor zamanlarda direnç göstermek değil, aynı zamanda bir işi istikrarla sürdürmek anlamına gelir. Bu anlamıyla sabır, disiplini karşılayan bir kavramdır. "Allah katında en sevimli amel, az da olsa devamlı olandır" hadisi de, azimli ve istikrarlı bir yaşam tarzının ne kadar değerli olduğunu gösteriyor.
Motivasyon ise İslam düşüncesinde niyetle örtüşür. Her eylemin değeri, arkasındaki niyete bağlıdır. İyi bir niyet, doğru bir yönelişle birleştiğinde eyleme anlam kazandırır. Burada modern anlamda “motivasyon” olarak tanımlanan şey, İslam’da daha köklü bir içsel yönelişe dönüşür: Allah rızasını gözeterek yapılan eylemler.
Bu iki kavramın birlikte kullanımı sadece bireysel gelişim değil, toplumsal yapı açısından da önemlidir. Eğitimde, iş hayatında ya da ailede hem anlamlı bir motivasyon hem de istikrarlı bir disiplin anlayışıyla hareket edildiğinde daha sürdürülebilir ve ahlak temelli bir gelişim ortaya çıkabilir. Ayrıca alışkanlıkların sadece üretkenlik amacıyla değil, kişiyi manen inşa edecek şekilde kurgulanması bu yapıyı daha güçlü hale getirir.
Tüm bu değerlendirmeler ışığında şu sorular öne çıkıyor:
Hedeflerimizi belirlerken niyetimiz ne kadar berrak? Günlük işlerimizi sürdürürken hangi değerlerle hareket ediyoruz? Verimli olmak mı istiyoruz, yoksa anlamlı yaşamak mı? Bu iki hedefin birbiriyle çelişmek zorunda olmadığını, aksine birleştiğinde daha derin bir yaşam pratiği doğurduğunu görmek gerekiyor.
Sonuç olarak, motivasyon bir kıvılcım olabilir; ama o kıvılcımı bir meşaleye çeviren şey disiplindir. Fakat bu disiplin, kuru bir irade çabası değil, niyetle desteklenmiş bir istikamet olursa kalıcı olur. Modern teknikler ve uygulamalar bu süreci kolaylaştırabilir ama yönü belirleyen asıl unsur, insanın iç dünyasında taşıdığı anlamdır.
Bu çerçevede hem üretkenliğe hem de ruhsal dengeye hitap eden bir hayat sistemi kurulabilir. Bu tür yazılar, bireysel gelişim kadar ahlakî ve manevi inşa için de bir başlangıç noktası sunabilir.
İşte ChatGPT'nin 9 Altın Kuralı
Genelde bilinen kaideler ama hatırlatmakta fayda var.
’’1. Net Bağlam Verin
Hedefinizi belirtin. Sahneyi net bir şekilde ayarlayın.
Örnek: "2 gün içinde biyoloji sınavım var."
2. Çıktı Konusunda Spesifik Olun
Ne istediğinizi söyleyin. Tür, biçim veya uzunluk ekleyin.
Örnek: "Dolaşım sisteminde 10 MCQ verin."
3. Belirsiz İstemlerden Kaçının
Genel olmayın. Belirsiz = zayıf cevaplar.
Örnek: "Çalışmama yardım et" seçeneğini atlayın.
4. Adımlara Bölün
İsteğinizi mantıklı adımlara bölün. İhtiyaçlarınızı sırayla listeleyin.
Örnek: "Bir benzetme kullanarak 3 adımda açıklayın."
5. Örnek İsteyin
Örnekler, yanıtların daha kolay anlaşılmasını sağlar. Gerçek dünyadan kullanım örnekleri isteyin.
Örnek: "Fotosentezin insanlara yardımcı olduğu 3 yol verin."
6. Bir Format Seçin
Ona bilgiyi nasıl sunacağını anlatın. Madde işaretleri, listeler veya tablolar kullanın.
Örnek: "Tablo olarak özetle."
7. Bir Rol Atayın
ChatGPT'nin kim olarak hareket etmesi gerektiğini tanımlayın. Üslup ve uzmanlık katar.
Örnek: "Finans profesörü gibi davranın."
8. Ona bir İnsan Asistanı gibi davranın
Birine brifing veriyormuş gibi yazın. Basit, anlaşılır, doğrudan.
Örnek: Bir stajyere görev vermek gibi.
9. İyileştirin ve Yeniden Dene
İlk deneme = taslak. Netlik için ince ayar yapın. Daha iyi girdi → daha iyi çıktı.’’ (How to Al)
Yapay Zeka’ya Yazdıklarınızı Mahkemede Aleyhinize Delil Olarak Kullanılabilir
OpenAI CEO’su Sam Altman, ChatGPT ile yapılan özel konuşmaların yasal korumadan yoksun olduğunu ve dava durumunda açıklanmak zorunda kalınabileceğini söyledi.
Altman, geçen hafta podcast sunucusu Theo Von ile yaptığı röportajda bu gizlilik boşluğunu "büyük bir sorun" olarak nitelendirdi ve terapistlerle, avukatlarla veya doktorlarla yapılan konuşmalarda geçerli olan yasal ayrıcalık korumalarının, ChatGPT ile yapılan konuşmalarda şu anda geçerli olmadığını açıkladı.
“Ve şu anda, bir terapistle ya da bir avukatla ya da bir doktorla bu problemler hakkında konuşursanız, bunun için yasal bir ayrıcalık var... Ve ChatGPT ile konuştuğunuzda bu durum için bunu henüz çözemedik.”
Altman ayrıca, ChatGPT ile “en hassas şeyleriniz” hakkında konuştuğunuzda ve sonra bir dava açıldığında, “bu bilgileri sunmak zorunda kalabileceğimiz” uyarısında bulundu.
Altman’ın açıklamaları, yapay zekanın psikolojik destek, tıbbi ve finansal danışmanlık gibi alanlarda kullanımının arttığı bir dönemde geldi.
“Bence bu oldukça bozulmuş bir durum,” dedi Altman ve “Yapay zekayla yaptığınız konuşmalar için de bir terapist ile olan konuşmalarda olduğu gibi aynı gizlilik kavramı olmalı” diye ekledi.
Altman ayrıca yapay zeka için bir yasal politika çerçevesine duyulan ihtiyacı da dile getirdi ve bunun “büyük bir sorun” olduğunu söyledi.
“Bazen bazı yapay zeka araçlarını kullanmaktan bu yüzden korkuyorum çünkü ne kadar kişisel bilgi vermek istediğimi bilmiyorum, çünkü bu bilgilere kimin sahip olacağını bilmiyorum.”
Yapay zeka ile yapılan konuşmalar için, terapistler veya doktorlarla yapılan konuşmalarda geçerli olanla aynı gizlilik kavramının geçerli olması gerektiğine inandığını söyledi. Görüştüğü politika yapıcıların da bunun çözülmesi gerektiği ve hızlı hareket edilmesi gerektiği konusunda hemfikir olduğunu belirtti.
Kur’an’da İletişim Dili: Mesajdan Maksada Yolculuk
Modern çağın iletişim bombardımanı içinde, mesajların çok ama mananın az olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Herkes konuşuyor ama çok az şey gerçekten ulaşıyor. Oysa bir Müslüman için iletişim, sadece bilgi aktarmak değil; bir hakikatin taşıyıcısı olmak demektir. Bu anlamda İslam’ın iletişim anlayışını, temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet ekseninde yeniden düşünmek elzem hale geliyor. İşte Süleyman Gümrükçüoğlu’nun “Kur’an’da İletişim Dili” adlı eseri tam da bu ihtiyaca cevap veren derinlikli bir çalışma.
Kitap, üç temel bölümde, iletişimi hem modern kavramlarla hem de Kur’anî perspektiflerle ele alıyor. İletişimin temel unsurları olan kaynak, mesaj, kanal ve geri bildirim gibi kavramlar Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilerek yorumlanıyor. Aynı zamanda tebliğ, davet, nasihat, zikir gibi İslam’ın temel iletişim kavramları detaylı şekilde işleniyor. Yazar, Kur’an’da geçen ilim, i’lam, beyan, haber, nida gibi kelimelerin aslında zengin bir iletişim dokusunu oluşturduğunu gözler önüne seriyor.
Kitabın en dikkat çeken yönlerinden biri, iletişimi sadece insanlar arasında değil; varlıklar arası, hatta canlı-cansız varlıkları da içine alan bir bütünlük içinde ele alması. Kur’an’ın çift yönlü iletişime yaptığı vurgular, Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi gibi örneklerle zenginleştiriliyor. Ayrıca Kur’an’da geçen sözlü ve sözsüz iletişim biçimlerine (teşbih, mecaz, beden dili, koku dili gibi) yer verilerek, mesajın sadece içerik değil; form ve bağlam itibariyle de nasıl derinlik kazandığı anlatılıyor.
Sonuçta kitap, Kur’an’ın sadece bir ilahi mesajlar bütünü değil; aynı zamanda iletişimin bir rehberi, bir “hitap ve anlam” sistemi sunduğunu ortaya koyuyor.
Bu çalışmadan çıkarılacak en önemli ders şu olabilir:
İslam’da iletişim; hakikati aktarmak, kalpleri ihya etmek ve toplumda hayrı çoğaltmak için yapılan bir ameldir.
Kitaptan birkaç pasaj:
Tebliğ
Kur’an’da tebliğ kavramı, insanlarla iletişim kurarak ilahî mesajları insanlara ulaştırmak ve onları bu mesajlar hakkında bilgilendirmek anlamında kullanılmıştır… İnsan için tebliğ, muhatabın zihninde, mesajın anlaşılma ve algılanma gayretinin ilk faaliyetidir. Bununla birlikte tebliğ, bir mesajın birtakım ifade kalıplarına dökülerek muhataba rasgele duyurulması demek de değildir. Bir mesaj, bir bilgi muhatap tarafından doğru olarak anlaşılmış ve algılanmışsa ona ulaşmış demektir (181-182).
Davet
Kur’an’da davet kelimesi altı ayette geçmekte olup aynı kökten değişik türevleri iki yüz beş defa kullanılmıştır. Bu kullanımlarında en çok öne çıkan, çağrı anlamıdır…İletişim açısından tebliğ ve davet, amaç açısından her türlü mesajı insanlara ulaştırma gayreti gösteren kavramlardır. Ancak bu kavramlar arasında amaç ve gaye birlikteliği olsa da, Kur’an’da aynı anlamda kullanıldığı söylenemez. Tebliğ ve davet, birbirini takip eden faaliyetler olmakla birlikte öncelik sonralık bakımından derece ve bazı metot farklılıkları vardır. Tebliğ, konuya ilk defa muhatap olanlar için sadece bir bilgilendirme, bilgiyi ve mesajı ulaştırma, insanda bir bilinç uyandırmayı ifade ederken; davet, bunların benimsetilmesi ve davranışa dönüştürülmesi için gösterilen daha özel çabayı karşılamaktadır. Burada muhatabın sosyo-kültürel durumu göz önünde bulundurularak, mesajın anlaşılmasını sağlayacak metotların uygulanması gerekmektedir (182-184).
Nasihat
Kur’an’da nasihat kelimesi isim ve fiil şeklinde türevleriyle birlikte on iki ayette geçmektedir. Bu kullanımlarda dikkat çeken nasihat ve tebliğ kavramlarının gerek amaçları gerekse konu ve metotları bakımından ortak özelliklere sahip olmasıdır. Genellikle tebliğ ve nasihat kavramları aynı ayette birlikte kullanılmaktadır (184-185). Yazar, bu başlıkta, Müslümanların iletişim alanı hakkında da dikkat çeken bir noktaya temas ederek, “İnanan insanların iletişim alanı bütün insanlıktır. Müslümanların sorumluluğu hiçbir maddi karşılık beklemeden Allah rızası için ilahî hakikatleri insanlara ulaştırma yöntem ve imkanlarını geliştirme gayreti olmalıdır” şeklinde değerlendirmede bulunmaktadır.
Haber – Nebe’
Kur’an’da haber kavramı, geçmişte olmuş ancak etkisi insanların zihninde canlılığını koruyan veya yakın zamanda meydana gelmiş olayları bildirmede kullanılmıştır. Birçok ayette haber kelimesinin değişik sigaları kullanılarak önemli olaylar haber verilmiştir…Yine haber manasına gelen nebe’ kelimesi ise haber vermek, haber iletmek, birisiyle sözlü iletişimde bulunmak gibi anlamlara gelmektedir (193). Yazar bu bölümde daha sonra, Kur’an’da kullanılan dil formlarını sözel ve sözsüz dil formları olarak ikiye ayırarak, sözel dil formlarında teşbihi dil, tenzihi dil, temsili dil, mecazi dil ve tasviri dil; sözsüz dil formlarından da beden dili, kılık-kıyafet dili, koku dili kavramlarıyla detaylı olarak anlatmaktadır (202-246).
Azazil’i Şeytan Yapan Kibir
“Ve meleklere: 'Adem'e secde edin' dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O ise, kibirlendi, kafirlerden oldu.” (Bakara, 34)
Reisin ismini alan mütevazı ile almayan mağrur kimdir dense ilk akla gelecek olanlar, Hz. Âdem ile İblis’tir. Zira ikisi de cenneten çıkarılıp, nispeten bir çöl olan dünyaya gönderilmişlerdir.
Malum olduğu üzere şeytanın kovulması ve lânetlenmesinin asıl sebebi kibirdir. Zira toprağa mukabil ateşten yaratılmış olmanın bir üstünlük vesilesi olduğunu iddia etmesi iblisin kovulmasını netice vermiştir.
İblisi secdeden alıkoyan, yaratılışça kendisinin Adem’den ve kavminin insanoğlundan üstün olduğunu iddia etmesidir. Böylelikle şeytan, bireysel üstünlük iddiasını, yaratılıştan gelen kavmî üstünlüğe bina etmiştir.
“Ben ondan daha üstünüm diye cevap verdi. Beni ateşten onu ise, balçıktan yarattın.” (Sad, 76)
Şeytan, yaratılışından kaynaklı üstünlük tevehhümüyle ilk kavmiyetçi olurken; üstünlük iddiasıyla, maddi yapısı arasında da bir nedensellik kurmaktadır. Bu anlamda üstünlüğün ancak takva ile olduğunun Kur’ân ayetleriyle beyanı ırka dayalı, bedensel, maddi üstünlük iddiasının reddi anlamına gelmektedir.
…
Hz. Âdem ile şeytan arasındaki temel fark hata yapıp yapmamaktan öte hatasını itiraf edip etmemek, tövbe edip etmemekte yatmaktadır. Hz. Âdem tevazuyla, “günahını itiraf” edip, “Nefsime zulmettim.” diyerek “nefsini kınamış” ve “Rabbin’den bir kelimeye tutunmak”la (Bakara, 37) tevbe etmiş yani “bir reisin ismini almıştır”.
Şeytan ise günahını itiraf etmediği gibi “inad etmiş”, cebriyeci bir üslupla “sen beni azdırdın” (Araf, 16) diyerek “nefsini” değil “kaderi kınamış”; Rabbine değil mevhum üstünlüğüne güvenip, tevbe etmeyerek “Ben ondan hayırlıyım” deyip, “bir reisin ismini almamıştır”.
…
Bununla birlikte Hz. Âdem ile şeytanın Cennet’ten çıkarılmalarında temel bir farklılık daha mevcuttur. Şeytan, “yap denileni yapmamak” suretiyle, “emre isyanla” Rabbine karşı kibirlenirken; (Bakara, 34) Hz. Âdem, “yapma denileni yapıp” “nehyi nisyanla” (Taha, 115) “muktezay-ı fıtrat” bir sürçme yaşamıştır.
Hz. Adem’in “tevazu”su, tevbesi neticesinde nübüvvet gibi en yüksek bir makama terakkisini netice verirken; şeytanın “gurur”u onu tevbeden, dolayısıyla aftan uzaklaştırarak, kıyamete dek lanetle anılmasına sebep olmuştur.
“Ve meleklere: 'Adem'e secde edin' dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kafirlerden oldu.” (Bakara, 34)
…
Biraz dikkat edildiğinde insanda gururun aczi, kibirin zaafı, üstünlük belirten bütün tavırların zıddını ifade ettiği görülebilecektir. Evet, “İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.”(Hakikat Çekirdekleri) Kâfirlerin çok rahat ve kendinden emin görünen davranışlarının altında da böyle müthiş bir emniyetsizlik hissi yatmaktadır.
“(Felsefe) şâkirdinin nazarında, zâlimlerin hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vâveylâlardır. Senden tam ders alan şâkirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü her şeyi kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelildir.” (Lem’alar, s.147)
İnançsız insanın bu ruh hali, gece vakti, korku içinde mezarlıkta yürüyen insanın ıslık çalıp, salınarak yürümesine benzetilebilir. Zira korkusuyla yüzleşmekten korkan insanın hâli böyledir. Üstünde gezindiği yeryüzünün büyük bir mezarlıktan ibaret olduğunu bilen insan; bu şekilde rol yapmak durumundadır. Ancak ölüm veya musibetler vasıtasıyla bu aslî korkuyla aniden yüzleşildiğinde, yapmacık bütün tavırlar sona ermektedir.
Bu yüzden (uçak düşmesi tehlikesi gibi) ölüm eşiği tecrübelerinde nefsin gururu kırılmakta ve (firavunun boğulma anındaki gibi) ateist kimsenin kalmadığı ifade edilmektedir. Evet, insanın en birinci endişesi yok olma fikrinden gelen emniyetsizliktir ve bu endişenin giderilmesi ancak insanın ruhunu emin bir ele teslim etmesi yani iman etmesiyle mümkündür.
…
Halka karşı yüksek bir haslet olan istiğna, Hakk’a karşı gösterildiğinde hasareti netice verecek bir tavırdır. Bu minnetsiz görünen tavır, kibrin, kibir ise nefse karşı zaafın işaretidir. İnançsız insanın “zaafını gösteren kibri, aczini gösteren gururu ve riyasını ve zilletini gösteren yapmacık tavırlarının” (23. Söz) neticesi daha bu dünyada iken pek çok rahatsızlıkla kendisini göstermektedir.
Zira “Azamet benim izârım (alt elbise), kibriyâ da benim ridâm (üst elbise) mesabesinde sadece bana has iki sıfatımdır.” (Abdurrezzak, el-Musannef 5/329) buyuran Cenâb-ı Hak bu konuda kendisiyle nizânın olmayacağını kesin olarak bildirmiştir. Buna mukabil müminin tevazusu Rabbi’ne teslim olup, mahlukatına müstağni kalmasında kendisini göstermektedir:
“Hikmet-i Kur’ân’ın hâlis tilmizi ise; bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkâta da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi âzam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevâzidir; selim, halimdir. Fakat Fâtır’ının gayrına, dâire-i izni hâricinde ihtiyârıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîm’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnîdir ve Seyyid’inin nihayetsiz kudretine istinat ettiği için kavîdir... Hem, yalnız livechillâh, rıza-yı ilâhî için, fazilet için amel eder, çalışır...” (Sözler, s.140). - (Seyyid Nur Fetih Erkal)
Zamanı Değerlendirme Sanatı: Gerçek Bir Hayat Yaşamak Mümkün mü?
Zamanı yönetmekten bahsettiğimizde çoğu kişi ajandaları, uygulamaları, yapılacaklar listelerini düşünür. Oysa James Wallman’ın Zamanı Değerlendirme Sanatı kitabı, bize zamanla kurduğumuz ilişkiyi kökten değiştirmeyi öneriyor. Çünkü zaman sadece bir kaynak değil; yaşadığımız hayatın ta kendisi.
Kitabın girişinde oldukça çarpıcı bir hikâye var: Sil Baştan filmine ilham veren gerçek bir olaydan bahsediliyor. Fransız sanatçı Pierre Bismuth’un, pişmanlık duyduğu bir geceyi silmek isteyen bir arkadaşından yola çıkarak sorduğu şu soru aslında hepimizin zihnine temas ediyor:
Kötü anılarımızı gerçekten silebilseydik, bunu ister miydik?
Bu soru, bizi filozof Robert Nozick’in meşhur “Deneyim Makinesi” düşünce deneyine götürüyor. Her şeyin mükemmel olduğu, tüm deneyimlerin önceden programlandığı bir hayat… Ama ne kadar gerçek olurdu? Yaşadığımız duygular bize mi ait olurdu, yoksa bir simülasyona mı?
Wallman’ın cevabı net: Gerçek bir yaşam, acısıyla tatlısıyla yaşanmış deneyimlerden ibarettir. Pişmanlıklarımız, sıkıntılarımız, hatalarımız… Bizi biz yapan şeyler tam da bunlar.
7 Adımda Zamanı Sanata Dönüştürmek
Wallman, yalnızca teorik sorular sormakla kalmıyor. Hayatı daha anlamlı ve dolu yaşamak için 7 maddelik bir yol haritası da sunuyor:
Hikâye – Hayatın bir anlatıdır. Senin hikâyen ne anlatıyor?
Evrilme – Hayal ettiğin hayatı beklemek yerine yaşa.
Kapalı & Dışarıda – Doğaya çık, dijitalden uzaklaş.
İlişkiler – Kalabalıklarda kaybolma, bağ kur.
Yoğunluk – Derinlikli deneyimler yaşa, yüzeyde oyalanma.
Alışılmışın Dışında – Konfor alanını terk et.
Nitelik & Statü – Gösterişli değil, anlamlı bir yaşam kur.
Bu yedi madde, yalnızca bir zaman yönetimi tekniği değil; aslında bir yaşam felsefesi. Zamanı kontrol etmekten çok, onunla uyum içinde yaşamak üzerine kurulu.
James Wallman, bize zamanı yönetmeyi değil, zamanla birlikte yaşamayı öğretiyor.
Hayat bir simülasyon değil, canlı bir hikâyedir.
%50’si Çinli
NVIDIA CEO’su Jensen Huang, dünyanın yapay zeka (AI) araştırmacılarının yaklaşık %50’sinin Çinli olduğunu vurguladı Business Insider+6MLQ+6Reddit+6. Bu durum ABD’nin liderliğini sürdürebilmesi için ciddi bir yetenek açığı riski oluşturuyor; çünkü esas rekabet artık teknoloji değil, insana erişim, gelişim ve bağlılıktan geçiyor.
Huang’ın sözleri Trump’ın ticaret stratejilerine
"yavaş ol"
diyen bir refleks gibi algılanmalı. Çin’e yönelik baskıcı politikaların, kaynak sızıntısına değil kendi kendini destekleyen bir AI ekosistemine dönüşmesine sebep olabileceğine dikkat çekiyor.
Bu çerçevede, ithalat-export odaklı politikaların iş dünyasını düzensizliğe iterken, stratejik yetenek gelişimini sürekli kılan yaklaşımlara öncelik verilmesini öneriyor.
Huang, yapay zekayı “sonsuz oyun (infinite game)” olarak tanımlıyor. Yani, kazananın dolaylı rekabetle değil, eğitim, altyapı, yetenek yönetimi odaklı sürdürülebilir stratejilerle belirlendiğini savunuyor 36KrMLQ.
Başarı yalnızca GPU veya politika değil; en iyi yeteneği yetiştirmek, elde tutmak ve motive etmekle mümkün kılınır.
Her ülke, kurum ve birey rekabette kalabilmek için kendi yetenek havuzunu sistematik şekilde büyütmek, bakımını yapmak ve kaybı minimize etmek zorunda.
İş insanlarına yönelik öngörüler:
Kariyer planlamak: Kendini yetkinlik artırımı, mentorluk ve beceri haritalamasıyla yapılandır.
Mentorluk süreci: Tek bir doğru karar, bir rehberle birlikte kariyer akışını tamamen değiştirebilir.
Çünkü Huang’ın gözlemine göre; aktif mentorluk alan CEO, GM, direktör ve üst düzey profesyoneller arasında fark yaratanlar net biçimde görülebiliyor.
ABD’nin AI çip ihracını kısıtlayan Trump yönetiminin uygulamaları, Huang’a göre Çin’de yerel yetenek yükselişini hızlandırarak Amerika’nın liderlik avantajını zayıflatıyor The GuardianBusiness Insider.
Buna karşılık, Çin’in yerli prodüktifliğini artırması ve kendi ekosisteminde Huawei gibi şirketlerin yükselmesiyle desteklemesi, Washington ile çatışmanın sürdürülebilir bir çözüm olmadığını gösteriyor Wall Street JournalThe Times.
Nitekim, Trump yönetimi Temmuz 2025 itibarıyla H20 çiplerin Çin’e yeniden satışına onay verirken, Huang ABD’nin stratejik hatırlatma mesajı olarak bu erişimin önemini tekrar vurguladı apnews.comcbsnews.com.
Son söz: Huang’ın uyarısı sadece bir madde değil, bir sistem önerisi: "İnsan yapay zekanın merkezinde yer alır; onu ihmal eden, geleceği kaybeder."
Haftanın Videoları
7 haneli gelir getiren bir işe nasıl başlanır: 4 milyonerden tavsiyeler
Sahte Başarılar, Şov, İşsizlik! | Linkedin Bitti Mi?
Yapay Kara Kutusu: Nasıl Çalıştığını Gerçekten Bilmiyoruz!
800 Kelime ile İngilizce Konuşmaya Başla (Link Açıklamada)
Faydalı Bir Şey mi Yapacaksın? Hemen Üşüşürler!
İngiltere Neden Yönetilemiyor?
Travma terapileriyle kendini harcama [hareket berekettir]
Mark Cuban'ın Kullanmadığınız Milyarder Hamlesi
Cennette En Büyük Nimet Nedir?
Çin Amerika’yı Geçti: İnsansı Robotlar, Akıllı Şehirler ve Süper Arabalar!
Yapay Zeka'da Asıl Tehlike: Kayıp Ruhlar ve Kaybolan Mana
Hedeflerinize Gerçekten Ulaşmak İçin Sistemler Nasıl Oluşturulur
İpleriniz Kimin Elinde?: Manipülasyon Psikolojisinin Şifresini Çözmek
Hayat Dersleri - İşsiz Kaldığı 2 Dönemi Anlatıyor
Riyazüssalihin Dersleri İhlas ve Niyet 1.Ders Cahit Terzioğlu
Haftanın Teknoloji ve Yapay Zeka Manşetleri
ChatGPT'nin yeni Çalışma Modu, yalnızca cevap vermenize değil, öğrenmenize de yardımcı olmak için tasarlanmıştır
OpenAI'nin Çalışma Modu, yönlendirici sorular sormak, periyodik bilgi kontrolleri için duraklamak ve kullanıcının devam etmeden önce anladığından emin olmak için kişiselleştirilmiş geri bildirim sağlamak üzere tasarlanmıştır.
Apple, yeni AirPods Pro 2 ve AirPods 4 beta yazılımını yayınladı
AirPods beta yazılımı, kullanıcılar uykuya daldığında otomatik duraklatma, stüdyo kalitesinde ses kaydı, kamera uzaktan kumandası, CarPlay için otomatik geçiş ve aramalarda gelişmiş ses kalitesi gibi özelliklere erken erişim içeriyor.
Elon Musk, Tesla'nın Samsung ile yapacağı AI6 anlaşmasına ilişkin beklentileri belirliyor
Elon Musk, AI6 çiplerinin üretiminin Tesla'nın gereksinimlerine uygun şekilde ilerlemesini sağlamak için Samsung'un yaklaşan tesisinde bizzat yürüyecek.
Meta başka bir akıllı saat üretiyor olabilir
Meta'nın, hem şirketin akıllı gözlüklerini hem de Quest kulaklıklarını tamamlayacak şekilde tasarlanmış bir akıllı saat üzerinde çalıştığı bildiriliyor. Cihaz, yerleşik kameralar aracılığıyla kullanıcının etrafındaki dünyayı görebilecek. Meta, 2022'de benzer bir akıllı saat piyasaya sürmeyi planlıyordu. Proje hakkında daha fazla bilginin, şirketin 17 Eylül'de başlayacak olan yıllık geliştirici konferansı Meta Connect'te açıklanması bekleniyor.
Microsoft Edge, "Yardımcı Pilot Modu"nun kullanıma sunulmasıyla artık bir yapay zeka tarayıcısı (5 dakikalık okuma)
Microsoft Edge'in yeni Yardımcı Pilot Modu, kullanıcıların yapay zekanın yardımıyla internette gezinmelerine olanak tanıyor. Yapay zeka, kullanıcının ne araştırdığını anlayabilir, ne yapmak istediğini tahmin edebilir ve ardından onun adına harekete geçebilir. Bu özellik hâlâ deneysel bir özellik olarak kabul ediliyor ve varsayılan olarak isteğe bağlı. Bu özellik, şu anda Yardımcı Pilot'a erişimi olan tüm Mac veya PC kullanıcıları için ücretsiz.
Çin'in SpaceX'i Yakalamaya Başladığı Yıl
Çin'in en büyük iki uydu internet ağı, planlanan uydularının %1'inden azını konuşlandırdı. Bu yavaş temponun nedenlerinden biri, Çin'in güvenilir ve tekrar kullanılabilir bir fırlatıcıya sahip olmaması. SpaceX'in kısmen tekrar kullanılabilir Falcon 9 roketi, şirketi rakiplerinin çok önüne taşıdı. Starlink sivil kullanım için tasarlanmış olsa da, savaş bölgelerindeki iletişim için vazgeçilmez hale geldi.
Üretim Yapay Zeka Aracıları için Altı İlke
Etkili yapay zeka aracıları oluşturmak, sistem tasarımı ve doğru yazılım mühendisliğiyle ilgilidir. Net talimatlara, yalın bağlam yönetimine, sağlam araç arayüzlerine ve otomatik doğrulama döngülerine odaklanın. Aracı hatalarını ayıklarken eksik araçları, belirsiz komutları veya yetersiz bağlamı arayın. Geliştirme sürecinde hata analizini ön planda tutun; modellerin aracı nerede başarısız olduğunu anlamanıza yardımcı olmasına izin verin, ardından bu hata modlarını sistematik olarak ele alın. Amaç mükemmel aracılar oluşturmak değil, sorunsuz bir şekilde başarısız olan ve yinelemeli olarak iyileştirilebilen güvenilir ve kurtarılabilir araçlar oluşturmaktır.
Üretim Yapay Zeka Aracıları için Altı İlke (9 dakikalık okuma)
Etkili yapay zeka aracıları oluşturmak, sistem tasarımı ve doğru yazılım mühendisliğiyle ilgilidir. Net talimatlara, yalın bağlam yönetimine, sağlam araç arayüzlerine ve otomatik doğrulama döngülerine odaklanın. Aracı hatalarını ayıklarken eksik araçları, belirsiz komutları veya yetersiz bağlamı arayın. Geliştirme sürecinde hata analizini ön planda tutun; modellerin aracı nerede başarısız olduğunu anlamanıza yardımcı olmasına izin verin, ardından bu hata modlarını sistematik olarak ele alın. Amaç mükemmel aracılar oluşturmak değil, sorunsuz bir şekilde başarısız olan ve yinelemeli olarak iyileştirilebilen güvenilir ve kurtarılabilir araçlar oluşturmaktır.
iPhone 17 Pro'ya ilk bakış
iPhone 17 Pro'nun sızdırılan görselleri, yeniden tasarlanmış bir kamera çubuğuna işaret ediyor.